4 Eylül 2011 Pazar

morötesi requiem...


ece ayhan
morötesi requiem / anlatı / yky / 1997 /104 sayfa

mor ötesi requiem benim için başka bir ece ayhan destanı. öyle yazıyor ki sanki, muhabbet ediyor. ece ayhan okunası bir adam, çünkü sorguluyor...

‘MORÖTESİ REQUİEM’ ÜZERİNE BİR DENEME

“Bir, hiç, bilge (derviş)
Gerçeğin bilinebilirliğini söylemez.”

I.                   bab:
Fuhşun, dünya, İskenderiye ve İstanbul kıyılarında durdukça duracak, anasına, sonsuz ve ölümsüz Çanakkaleli Melahat’a adanmıştır.

Evet, evet yaman ve taşaklı kadındı.

II.                bab:
Şimdiler, geçmişe bıçkın, çakırpençe ve bitirim günlerimi anarken; heyecandan zaman zaman ayağa kalkarak, beni tanıyanlarca biraz anlamsız kaçabilecek, bir biçimde ve birdenbire ‘Mor Orospu!’ diye sesleniyorum kendi kendime boşluğa doğru.
Benim ‘Mor Orospum’ ise, öyle bir kadındı ki, elle yapılan “adam sen de! Boşver!” işaretini kıçıyla yapardı. “Aldırma anam, hayat böyledir işte.”

Benim söyleyebileceklerim yetersiz kalacaktır...
Çünkü o çağa ilişkin söylenebilecek olanları söylemiş defaten...
Karınca kararınca, herkesin dinine küfür ederek ve sürekli arka bahçede top oynayıp, onca azara rağmen konu komşunun camlarını kırmaktan vaz-caymamıştır, Kral Ece Ayhan...
Orospular normal yaşamının bir parçası olmuş ki; anlamaktan ve anlatmaktan bıkmamış, uslanmamıştır. Ağzıbozuk bir minyatür olarak tasarlanmış bu kibabta, ben sadece altı çizilmiş bir yaşamın, altı çizilmiş parçalarını aktarabilirim sizlere...


III.             bab:
‘Fuhuş’ sözcüğü, bana göre, çarpıcı bir sözcüktür. (Söz-çük tür) Ayrıca bu sözcüğün bir albenisi de vardır. Sözcük, iş işlerken söylendiği gibi, ‘fahiş’le falan da ilgisi yoktur. Yeri gelince ucuz da olabilir. Ben ‘ucuz’ yerine ‘ekmeğin boyunca’ demeyi seçerim.


IV.             bab:
Sait Faik’li bir gece. Kadına ihtiyaç duyar S.Faik. Adrese gittiğinde;

“Hastayım” der. “Şoparlarla döşekte yatıyorum. Ayıptır söylemesi aybaşı olmuşum. Yok. A-anh. Şimdi olmaz!” der.
Böyle bir cevaptan Sait Faik’in kaşları iyice çatılmıştır. Kadın numara yapıyor sanıyordur.
“Höst! Hadi!”
Kadın, bürümcüğünün eteklerine yapışmış bir küçük kız çocuğuyladır.
“Valla abi, iki gözüm önüme aksın, hakikat konuşuyorum.”
Sait Faik’in başını iki yana sallamasından yine de inanmadığını anlayınca, apış arasından kanlı bir bez çıkararak gösterir:
“Nah!”


V.                bab:
“Hiç değilse tabutum uzun olsun” diyordu bir cüce.


VI.             bab:
Abdülbakiy Gölpınarlı Mezhepler ve Tarikatlar adlı sağlam ama çala kalem yazılmış araştırma kitabını yazıyordur;
Abdülbakiy, rakı içiyordur, Üsküdar, Toygartepe, üst kattaki odasında evde. Ramazan ayıdır da.
“Şey, der kekeleyerek ama gülümsemektedir.
Merdivenler çürüdü de, Ramazan çıkamadı! Hadi şerefe!”


VII.          bab:
Mydos=Eceabat
Ece=Ağabey
Ecebey=Eceabat
Ece baba...


VIII.       bab:
“Çift ücret verilince, bizim delikanlılar ne hikmetse kadınları bağırtarak, şakır şukur sevişirlerdi Büyük Ziba’da. Düzayak evler ve yer yatağı. Kerevette de ayrı yatak.

Dış duvarda bir yazı:
-          Dökersen, bacağımı sokayım!”


IX.             bab:
“- Sen, insanoğlunu öperek mi ele verirsin!”


X.                bab:
Kapıcı Manuk’un kızı Mari’yi terasa çıkardık. Terasta kırık bir su küpü vardı. Mari’yi sırt üstü üzerine yatırdık.
(En üst kat olduğu için bir yerden görülmezdi.)

Siyah göğüslükten yapılmış donunu aşağı indirdik sıyırdık. Nedense çoraplarını da. Orası, yukarıdan aşağıya bir çizgi olarak, bir porselen tabak gibi açılmak üzereydi. Mari, boyuna:

“Yapın ama içime işemeyin!”  diyordu.
(O içine işendiğini sanıyormuş. 12-13 yaşlarındaydı.)

Kemik problemi yüzünden boyu belli bir seviyede kalan Y. bizden 2-3 yaş kadar büyüktü. Yaptıklarını kimseler duymasın diye mahallenin arka bahçesinde, ballandırarak anlatırdı. Onun sitesinde oturan iki erkek çocuk vardı. Bu çocukları düzerdi. Daha zevkli olduğunu söylerdi! İşte böyle oluşuyor kopukluklar. Bedensel değil de, ruhsal bozukluklar üstüne kurulmuş çarpık cinsel ilişkiler, ömür boyu sürebilecek sorunların başlangıcını doğuruyor... Hem o çocuklara da kötü gözle bakardık. Y. ise, daha oluşmamış öz güvenimizin yanlış kahramanıydı... Yıllar sonra bu çarpıklığın anca farkında oluyorduk.
Ayrıca bunları yazabilmek bile, benim gibi biri için cesaret işi. Her şahsın böyle bir ‘gizli tarihi’  ‘mahrem tarihi’ vardır, yaşam adına. Bunları dillendirmemenin o kadar da önemli olmadığını çok sonraları anladım.... 


XI.             bab:
“Dağlardan çam ormanlardan Antalya’ya kendisine baktırmak için yaşlı bir Yörük kadını.
Doktor:
“Aç bakayım ağzını.. Aaa! De bakayım, bir nefes.”
Bu sefer Yörük kadını kalın sesiyle doktora soruyor:
“Karacaoğlan’dan mı?”


XII.          bab:
Orospular bir ağızdan karmakarışık şarkı söylüyorlar.
“-Biliyor musun? Unutamıyorum onu. Kendisi kantar idaresinde çalışırdı, beni güldürmek için şeyiyle beni kaldırırdı. Kıçıyla da, osurarak şarkı söylerdi.”

“-Amcıklar vergi ödemezler canikom!”


XIII.       bab:
“Gecenin bir vakti, Avcılar’dan Esenler’e doğru yürüyorum. Yolun kıyısında, birdenbire oldu bu, saçı başı dağılmış dağınık bir kadın gördüm. Bir ayağının çorabı yoktu. Çoraplı ayağının da iskarpini yoktu.

-Körolası ekmek parası, ekmek parası! Diye dövünüyordu: Körolası!


XIV.       bab:
Üstü kapalı kilise: (Meryemana Ermeni Katolik Kilisesi)
Arkadaşlar, oyun arkadaşları, sokak arkadaşları Yetvart, Delda, Kalyopi, Despina ve arkadaş olmayan ve biz çocukları altı kuruşa koyun kırkar gibi tıraş eden kırsaçlı Ermeni ihtiyar berber.”

Bakırköy’den taşınana kadar hep aynı berbere gittim. Refik’ti adı. Hasta derecesinde at yarışı oynardı. İyi berberdi. Bostancı’dan müşterisi gelirdi. Ama dükkanda bulursan tıraş olurdun. Arada babası gelirdi dükkana. Tesadüf böyle bir günde Refik dükkanda yok, yine yarışta tabi. Bir müşteri girdi içeri, Refiğin dükkanda olmadığını görünce şakayla karışık basıverdi küfrü: “Nerde lan bu orospu çocuğu!”
Babasını bir daha dükkanda gören olmamış...


Refik atları işinden de, arkadaşlarından da çok sevdi. Önce Osmaniye Yolu’nda bir dükkan açtı. Biz uzak olmasına rağmen oraya da gittik. Sonra atlar onu iyice çekti ve hipodromda bir dükkan açtığını duydum. Artık namaza gider gibi, her yarışta  dükkanı kapatıp yarışa koşuyordu. Hayat işte!


XV.          bab:
“Haydi hep birlikte Emniyet Amirliği’ne gidiş. Başkomiser Sait’in arkadaşı ya. Bir işlem yapılmaz, taraflar barıştırılmıştır. Orman birahanesinin sahibi ve garsonlar zaten boynu eğiktir, azınlık.”

Benim azınlıktan bir arkadaşım olmuştu. T. Erkekti.  Ben geçmediğim için benimle arkadaşlığı iyiydi. Evine girerdim. O da benim evime gelirdi. Çocuklukta çok az kişi çok az kişinin evini bilirdi. Sonra sebebini hatırlamadığım bir sebepten küsmüştüm... Çok kızdırmıştı beni. Bir daha hiç konuşmamıştım onunla... Sonra sonra öğrendim, Ermeniymiş... Boş ver demişti mahalle arkadaşlarım. Deymez demişlerdi. Oysa sürseydi dostluğumuz, bir azınlık arkadaşım olmuş olacaktı. Çok sonraları başka kişilerde arkadaşım oldu. Bunlar arasında Ermeniler de vardı. Onların dinsel sebeplerden dolayı yaşadığı zorlukları, açmazları gördüm, üzüldüm... Onların cinsel çıkmazlarını gördüm...


XVI.       bab:
“Üstelik de fuhuş modern şiirle çaktırmadan kucak kucağa idi, buyur ayır ayırabilirsen!”

“Yine dizlerini yumruklamaya başlar.

Amı seğirmek.

Buğday tenli delikanlının dudaklarını ve orasını görünce kadının amı seğirtiverdi. Bir aşağı bir yukarı bir kıpı. Bir göz kırpması gibi.

Erkekler babfingolarıyla genç kadınların bacaklarını zorla iki yana açarak kuş yuvasının (kuku) içlerine içlerine doğru tükürürlerdi. İki-üç kez atmık! Damar atar gibi yani.

Ve işkilli küçük am bir aşağı bir yukarı dingilder.

HİÇ BİRBİRİNE ÇARPAN KUŞ GÖRDÜN MÜ HAVADA.”



XVII.    bab:
“Otelden yanlışlıkla içeri giren küçük çocukları tokatlarlarmış diye duyardık mahallede. Tokatlıyan Oteli’nin adı oradan geliyormuş!”

Çocukluğumuzda akıl hastanesinin bahçesinde, hastaneye çukurlar vardı. Bu çukurlar insan elinden yapılmış dehlizlerdi. Biz onları korktuğumuz için mağara olarak görürdük. Ne hikayeler uydururduk. Bilinmezlik, çocukluk düşlerimizle, canavar olur, mağaranın ucu bucağı olmayan bir dehliz olur, onun içinde saçı sakalına karışmış bir deli yaşar... Oysa muhtemelen bir kanalizasyon dehliziydi, bizim çocukluk mağaramız...


XVIII. bab:
“O zamanlar ortalıkta piyasada şarkıcı olarak Akhisarlı bir Roman yoktu.

Beyoğlu’nda çıkıp (ya da çıkarıp) bana hep alışveriş yaptırırdı. Akşam Aksaray’a dönünce ise,
-Evde annem babam beni merak ederler, diyerek giderdi. Yani beni oyalardı.

Yine bir akşam, hava karamak üzeredir. Aksaray’da buluştuk kadınla. Şoför arkadaşla taksiyi ayarlamışız.

Kadını arabaya attık, olay öylesine birdenbire olmuştu ki bağırmadı bağıramadı bile. Biz üç arkadaştık. Yolda dört kişi daha aldık. Ver elini Edirnekapı mezarlıkları!

‘Vur Allah vur!’

‘Yer misin, yemez misin?’  “


XIX.       bab:
“  ‘Sakın ha!’ adlı Yeşilay’ın çıkardığı bir risale, bir broşür vardı, arasıra elimize geçerdi. Daha çok Darüşşafakalılar okurdu, parasız dağıtıldığı için alınıyor.

Otuzbir çekerseniz, kan gelebilirmiş diye bir korku salmak. Korku salmak o zamanlar her konuda en geçerli gözdağı vermekti eğitimin ve öğretimin. Zaten Talim ve Terbiye’de ‘talim’ sözcüğü bir kışla sözcüğü değil miydi?

Güngörmüş bir babaanne orta ikide okuyan küçük torunları için şu sözleri söylüyordu. Ayşe’den duydum:

‘Orta iki mi: O zaman bu çocuklar iplerle bağlamak gerekir.’ 

Tek söyleyeceğim; ben orta ikide, işin uzmanı olmuştum...



XX.          bab:
“Osmanoğullarının yalnız kamu mimarisi önemlidir.

Ortadoğu’da kubbe her şeydir; iktidarın en yetkin biçimde kim böyle anlatabilir, biz Kapıkullarına.”


XXI.       bab:
“İnsan tarihinin 1789 gibi bir deneyimi. Ren Düşüncesi Avrupa içindi.
 Ama  yarı-Asya’da kışlalarda uygulandı.


XXII.    bab:
“Hayalet Oğuz: “Yahu!” dedi “İnsan insanı yapar mı?” Ona bir türlü insanların düzüştüklerini anlatamazdık. O hep “Hayır!” derdi.”


XXIII. bab:
“A- İnsan kocayınca... namaza durur bir ufak halıyı ya da kilimi seccade kılarak.
 B- Kimi de gittikçe uzar.
 C- Kimi de kaşarlanmıştır.

İNSAN DENİZDE YÜZERKEN AĞLARSA gözleri kızarabilir ama AĞLADIĞI ANLAŞILMAZ. Öyleyse, ihtiyar, sen en iyisi denizde ağla olur mu?”

Bir röportajda eski zamanlardan kalma şık bir eski İstanbul beyi şöyle diyordu;
-          Bu yaştan sonra bize hışır karılar bakıyor...
(Başka bir arkadaş hığr-hışır demişti bir gün.)
-          Şimdiden sonra kaybeden aramaz, bulan da sevinmez...
-          İş bitti yani! deyince röportajı yapan çocuk...
Ona şöyle bir bakış atıp;
- İşe yaramazsa, keser atarım... Taşımam!


XXIV. bab:

“SİLGİLER, SİLERKEN SİLİNİRLER DE!”


Taylan Köken

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder