apollo yılları...
RONİ MARGULİES
APOLLO YILLARI / ŞİİR / YKY /
2010 / 80 sayfa
Roni
Margulies’in şiir serüvenini zevkle izliyorum. O kendi çevresine oluşturmuş ve
gün geçtikçe, yetkinleştikçe, ustalaştıkça yani çapını büyüttükçe çevresini de
çerçevesini de büyütüyor. Şiirlerini okuyunca hatta tekrar tekrar okuyunca ve
daha da bakınca onun şiirinin hep aynı tonda ancak biraz daha saflaşarak
gittiğini görebiliyor.
R.M. şiiri
size daima bir şey anlatır, elbet çalışılmış ve araştırılmış konusu olduğundan.
Şiirin öyküleri birbirini izlerken, kafa yorulduğunu görürsünüz. Poetika
diyorlar ya şairin bu bakışı, üslubu olmuş ve kitap kitap günümüze gelmiş.
Şair Apollo
Yıllarında belli bir dönemi mercek altına almış. Yer yer zamansal sapmalar olsa
dahi yine de birçok şiirinde o günlerin önemli olaylarını analiz etmiş.
Kitaptan birkaç parça aktaracağım
ve sonda sürpriz bir şiir paylaşacağım:
Hem zaten özlem, sen de bilirsin,
bitmek bilmez bir bitkinliktir
bazen,
ısırınca aldığı renktir bir
elmanın,
gücenmiş sanki, sararır. Sf.9
*
Öfke ve sabır
Sol tarafı boylu boyunca
çatlaktı.
Aynada kısaca kendine baktı.
Su çarptı yüzüne. Ayılamadı.
Biri girdi arkasından tuvalete.
Kravatına uzandı eli. Çözemedi.
Nefret, mide bulantısı ve öfke
felç ediyordu parmaklarını sanki.
Süzülüp geçti arkasından öteki.
Toparlanabilse, masaya dönecekti.
“Ben”, dedi, “bu ilkesiz
heriflerin
yaşadığı yerde yaşayamam ki…”
Kızardığını sezdi gözlerinin.
Ağlamadı. Zor bela tuttu kendini.
Dayadı ağzını yarısı paslı
musluğa,
uzun uzun içti. Kendine geldi.
Hiç sallanmadan gitti yerine
oturdu.
“Bakın”, dedi, “baştan
anlatayım.
Size hiç Ermeni dölü diyen oldu mu?...” sf.63
*
Kendisi bir Musevi olmasına
rağmen, İsrail’e ve siyonizme karşı durmuş bir şairdir. Zeytin Ağacı şiirini bu
fikirle okumalıyız.
Zeytin Ağacı
Zeytin
ağacının ömrü normal koşullarda 1000 yılı aşar.
Duvar’ın
inşası için İsrail devletinin şu ana kadar
8000
zeytin ağacını köklerinden söktüğü tahmin ediliyor.
Her geçtiğimde yanından bir
zeytin ağacının
sormak gelir içimden: Anlatsana ihtiyar,
küçükken daha sen nasıldı bu topraklar,
kimler geçer yanından, kimler giderdi?
küçükken daha sen nasıldı bu topraklar,
kimler geçer yanından, kimler giderdi?
Fenikeliler getirmiş diyorlar buralara seni.
Tuzlu muydu Akdeniz'in suları o zaman da?
Yakıcı mıydı böyle yine öğle güneşi?
Neye benzer, neler düşünürdü Fenikeliler?
Uzun yaşamak kolay. Ya hatırlamak her şeyi?
Sallayıp gövdeni zeytin toplayan insanların
değiştiğini görmek yaklaşık otuz yılda bir,
babadan oğula, izledikçe nesiller birbirini?
Her geçtiğimde yanından bir
zeytin ağacının,
düşünmeden edemem: yaslanıp yaşlı
gövdesine
kimler dinlenmiş, kimler uyuklamıştır acaba
ılık bir yel eserken yapraklarının altında?
kimler dinlenmiş, kimler uyuklamıştır acaba
ılık bir yel eserken yapraklarının altında?
Sorasım gelir her defasında: Anlatsana ihtiyar,
neler gördün, neler kaldı yüzyıllardan aklında?
Nasıl insanlardı Haçlılar? Eski Yunanlılar?
Korkunç muydu Aksak Timur denildiği kadar?
neler gördün, neler kaldı yüzyıllardan aklında?
Nasıl insanlardı Haçlılar? Eski Yunanlılar?
Korkunç muydu Aksak Timur denildiği kadar?
Evet, diye fısıldar yemyeşil
yapraklar adeta:
"Koca koca ordularıyla geçtiler
önümden hepsi,
gümüş kakmalı kılıçları, ipek takımlı atlarıyla.
Geçtiler... ve gittiler ama işte, yoklar artık hiçbiri.
Buradayım ben hâlâ." Sf.64-65
*
Ve son şiirde hem Ayvalık geçiyor
ham de bir zamanlar yolu Ayvalık’tan geçen Fikret
Mualla’ya gönderme yapılıyor, adı anılmadan. Buyurun.
Ars longa, vita brevis
(Sanat uzun, hayat kısa. T.K.)
Genç bir adam uğrardı bizim
oraya,
otuzlu yıllardı sanırım, saç baş
dağınık,
gün ortasında içmiş, yarı sarhoş,
kolunun altında koca bir dosya.
Masa masa gezer, en son bana
gelirdi.
Döker dosyanın içindekileri
önüme,
“Bir resim alsana arkadaş”,
derdi,
“bir bardak şarap fiyatına?”
Soluk renkli, kötü suluboyalar.
Acıdım, iki tane aldım bir
defasında:
Bir Ayvalık manzarası, bir
balerin.
Duvardakiler işte, şu
gördüklerin.
Geliverdi yine hemen ertesi gün.
“Gel”, dedi, “portreni yapayım senin.
Yağlıboya. Bir şişe rakı
fiyatına”.
Gerek yoktu gerçi; kıramadım ama.
Kendi resmimi yaptırmadım elbet,
eve çağırdım, babaannemi çizdi.
Bir şeye benzemeyen, yemyeşil,
berbat bir resim çıktı ortaya.
Zor yatıştırmıştım rahmetliyi,
“Çirkin miyim ben böyle!” diye
atmıştı tabloyu şu dolabın
üstüne.
Yıllar sonra baktık, kaybolmuş.
Adam gitti meşhur oldu Paris’te.
Hastaymış ama, mutsuzmuş.
Girip çıkarmış tımarhanelere.
Çok oluyor zaten oralarda öleli.
Kim bilir ne oldu o tabloya?
Ne kimin resmi olduğu,
ne kimin yaptığı belli,
asılı duruyordur belki de bir
duvarda. Sf.32-33
Taylan
Köken
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder