BERNARD LEWIS
ALAMUT KALESİ
VE HASAN EL SABBAH / ARAŞTIRMA / NOKTA / 2012 /304 sayfa
Alamut Kalesi – Hasan el Sabah –Dailer –Suikastçılar –Hayali yaşamlar
–Cennet –Batı’nın İslam’a Yaklaşımı –Oryantalizm –Bin Bir Gece Masalları
–Tarikatlar –Sufizm –Ahlak –Bilgi –Acı Bilgi…
Yıllar önce Yurt yayınlarından okuduğum Alamut Kalesi romanının yazarı
Wladimir Bartol belleğimde bu imgeleri bırakmıştı. Batının, “Doğu Uzmanı”
olarak takdir ettiği, fikirlerine saygı duyduğu, dikkate aldığı, hatta Bush’un
danışmalığını yapan Bernard Lewis’in kitabı bakalım olaylara nasıl bakıyordu?
Gerçi kitaba başlamadan önce yazarı kısaca araştırmış ve bir ön yargım
oluşmuştu. Yahudi idi. Ermeni meselesi için önce Türkiye görüşüne yakın
analizler yayınlamış, sonra bu tezlerinden dönerek orta yollu bir analizi
kitabına alarak Ermenilere çiçekler vermiştir. Hep şuna inanmışımdır: Romanla
tarih yazılmaz… Zaten Lewis’in kitabı bir roman değil, olayı en ince
ayrıntısına kadar açıklama niyetindeki bir tarih araştırmasıdır. Bence birçok
safsata yerine olayı ilk kaynaklardan aktarak ve mümkün olduğunca tarafsız
kalmaya çalışarak bu sıra dışı akımı analiz etmektedir.
Günümüzde İsmaili cemaatinin yaşayan lideri konumunda Ağa Han
görülmektedir. O aynı zamanda köken olarak da Haşhaşilerin lideri konumundadır.
Soy olarak bunu iddia ettiği ve kazandığı bir mahkeme kararıyla soyağaçlarını
tüm dünyaya ilan etmişlerdir. Mısır Fatimileri Kuzey Afrika, Mısır, Suriye ve
Mekke-Medine üzerinde hakimiyet kurmuşken, diğer Şia akımı olan İsmaililer ise
diğer İslam diyarlarında hakim olmaya çalışmışlardır. Bu dinsel ayrışımlar ve
çarpışmaların olması o devirde kuvvetli bir ülke ve devlet anlayışı
olmamasından kaynaklanmıştır. Bu durum ve kargaşa, İslamiyet’i yeni seçen ve
Sünni inancı benimseyen Türklere kadar sürmüştür.
Türkler siyasi olarak güçlüdür, kuvvetlidir
ve en önemlisi hırslıdır. Hem İsmailileri sindirirler, hem de Haçlı
kuvvetlerine karşı koyarak yapılarını sağlamlaştırırlar. Kürt komutan
Selahattin Eyyubi, Mısır’da Fatımi hanedanlığının sonunu getirir ve Mısır bir
daha geri dönmemek üzere Sünnileşir.
Türkler askeri ve ekonomik olarak da güçlenmiştir. Aslında din
Selçuklular için asla önemli olmamıştır. Belki sadece “araç” olarak
kullanılmıştır. Bu karışık siyasi, askeri ve dini ortamda Hasan Sabbah yavaş
yavaş kendini gösterecektir.
Hasan Sabah: Doğum tarihi bilinmiyor. On iki İmam Şiiliğinin kalesi
olan, şimdiki İran’ın Kum Kentinde doğar. Pek kafasına yatmasa da ilk
eğitimlerinin ardından Şii inancına ve İsmailiğe meyil eder. Mısır’a gidip burada
üç yıl kalır. Eğitimini ve düşüncelerini burada iyice perçinler.
Bu noktadan sonra bilimsel olarak hiçbir gerçekliği olmamasına rağmen
şu tez genel kabul görmüş ve anılmıştır: Hasan Sabah, Ömer Hayyam ve Nizamülmülk
çocuk yaşta arkadaş olurlar ve ilk eğitimlerini beraber geçirirler. Sonra
aralarında birbirlerine söz verirler ve kim ileride bir mevkii sahibi olursa,
diğerlerine yardım edecek ve onlarında yükselmesini sağlayacaktır. Nizamülmülk
Selçuklu veziri olur, diğer ikisi ondan yardım ister. Nizamülmülk onlara
valilik önerir. Ömer Hayyam bunu yerine geçimini sağlamak için bir maaş talep
eder ve kendini sanatına verir. Sabbah ise valilik gibi küçük bir görevi
kendine hakaret sayar. Bunun üzerine Nizamülmülk onu saraya alır ve vezir
yapar. Sabbah rahat durmayıp baş vezirliğe oynayınca bu durumdan rahatsız olan
Nizamülmülk onu saraydan uzaklaştırır. Wladimir Bartol’un romanın da bu husumet
böyle aktarılır. Oysa burumu hiçbir zaman böyle olmamıştır.
Hasan Sabbah Mısır’dan fikirleri yüzünden uzaklaştırılır. Belli bir
süre bölgeyi dolaşan Sabbah İran ile husumet halinde olan ve İslamiyet’i zar
zor kabul eden Deylam Bölgesini kendine yurt edinir. 2000mt rakımlı, sert,
dağlık bir coğrafyaya sahip bu bölgede iki dağın arasındaki vadide, yine çok
sarp ve dik bir kayalığın üzerindeki Alamut Kalesini kendine yurt edinir.
Alamut Kalesi: Alamut’un kökü Aluh Amut’dur. Bu da “Kartalın Öğretisi”
demektir ve bir çok kaynağın aktarmış olduğu gibi yani yine yanlış bir bilgi
olan “Kartal Yuvası” demek değildir. Kaleyi ele geçirmeleri ile ilgili bir çok
yanlış efsanenin aktarılması gibi…
Kendisine bağlı Dailer kaleyi ele geçirir ve Hasan Sabbah buraya
yerleşir. Sabbah kaleye girişinden ölünceye kadar tam 35 yıl kaleden çıkmaz… Bu
Sufi kişilik tüm zamanını kale içindeki odasında kitap okuyarak ve “Davet”
kelamını geliştirmek üzerine adamıştır. Dünyevi zevklerden uzak, kanaatkar ve
dindar bir yaşam sürmüştür. Sabbah kaleden hiç çıkmamış, sadece iki kez
kalesinin damında görülmüştür.
Hasan Sabbah ve ona bağlı olan Dailer bölgede hem dini hem de ekonomik
bir güç olarak varlıklarını göstermeye başlarlar. Kendilerine yakın olan
stratejik önemdeki kaleleri ele geçirerek bölgede iyice güçlenirler. Bu
güçlenmeden rahatsız olan bölgenin sahibi Sultan Melikşah veziri Nizamülmülk’e
emir vererek, bölgenin hakimiyetini sağlamasını ister. Bir komutan ilk defa
Alamut Kalesini ele geçirmek için harekete geçer. Çok sarp kayaların üzerinde
bulunan Alamut çok uzun süren muhasaraya rağmen direnir. Bu kuşatmadan
kurtulmak isteyen Hasan Sabbah ilk suikastlarını gerçekleştirir. Ve Selçuklu
veziri Nizamülmülk halkın arasında çarşıda bıçaklanarak öldürülür. Böylece
Hasan Sabbah ve onun fedaileri olan Haşhaşilerin dünya çapında tanınmasının ilk
adımı bu suikastla atılmış olur.
Sultan Melikşah’ın vefatından sonra tahta Berkyaruk oturur. Onun
hanedanlığında ve sonra gelen Sultanların hanedanlığında elliye yakın suikast
gerçekleşir. Bunlar bilinen kayıtlı cinayetlerdir. Bunların yarısı Sultan
Berkyaruk hakimiyetinde yapılır. Suikastlar yalnız Selçuklu sultanın çevresine
yapılmaz. Zaman zaman onun düşmanları da hedef
tahtasındadır. Fakat önemli olan Selçuklu Devletinin otoritesidir ve bu
otoriteye karşı tehdit oluşturan İsmaililer temizlenmelidir. Selçuklu tüm
gücüyle Haşhaşilerin hakimiyeti altında kalelere saldırır. Alamut çok zor
durumdadır ama bir şekilde dayanırlar. Bu sefer sistemli bir kuşatma yapılır.
Önce bahar aylarında tarlalar yakılarak ekin depolamaları engellenir. Kale
içindekiler aç bırakılır. Hatta öyle rivayetler vardır ki; bu kuşatmalarda aç
kalan askerler otları dahi yedikleri anlatılır. Tam artık iş bitiyor denirken,
Hasan Sabbah’ın imdadına Berkyaruk’un eceliyle ölümü gelir. Bu ani ölüm üzerine
kuşatmalar kaldırılır. Yerine Sencer geçer ve ülkesinin karışıklıklarıyla
ilgilenir. Sabbah da rahatlar ve Sultan Sencer’i rahatsız edecek bir davranış
içinde bulunmaz.
Hasan Sabbah yalnız Selçuklular ile uğraşmaz. Dini vesayet yüzünden
Mısır Fatimileri ile de çekişmektedirler. İsmaililer Fatımilerden bir kol
olarak ayrılmalarını rağmen, güç hırsı sürekli çekişmelerini sağlamıştır.
Mısır’da vezir El-Efdal’in öldürülmesi Sabbah’a yüklenir ama bilgi tam olarak
kesin değildir. Aslında her iki taraf bu cinayeti sevinçle karşılar. Yeni vezir
El-Mem’un’dur artık. El-Mem’un Hasan Sabbah’ı memnun eder. Yine de siyasi bir
üslupla onların kendilerine katılmasını ister. Sabbah bunu kabul etmez ve Mısır
Şiası yani Fatımiler kesin olarak İran Şiasından ayrılmış olur.
Hasan Sabbah artık yaşlanmıştır. Etkili bir hastalığa kapılır ve
etrafına topladığı Dailer ve müritlerinden dördünü seçerek halife ilan eder ve
ölür. Haşhaşilerin tüm kötü şöhretine rağmen Sabbah gerçek bir bilim insanıdır.
İyi bir Müslüman’dır. İki oğlunu dahi şeriat kanunlarına uyarak öldürmekten
kaçınmaz. Birincisi mütemadiyen şarap içmekte, diğer oğlu ise birini
öldürmekten idam edilir. O bu yaşamıyla İran Şiasının öncü ve lider kişisi
olarak tarihe geçmiştir.
Hasan Sabbah’ın yerine kıdemli bir Dai olan Buzurg-Ümid geçer. Sultan Sencer
tahtını sağlama almıştır artık ve Haşhaşiler üzerine durumu kontrol etmek için
Sabbah’ın ölümünden iki yıl sonra bir kuvvet gönderir. Saldırılara devam eder.
Eceliyle ölen Buzurg-Ümid’in yerine onun oğlu Muhammed, onun yerine de oğlu
Hasan varlıklarını Alamut Kalesinde sürdürerek İsmailileri ayakta tutarlar.
Ne Buzurg-Ümid ne Muhammed iktidarında suikastlar kesilmez. Sabbah
dönemine göre daha az cinayet işlense de devam etmektedir. Fakat torun Hasan
iktidara gelir gelmez hızla şeriat hükümlerinden uzaklaşacak, hatta kendilerine
inanan halka da şeriat hükümlerini yasaklayacaktır. Hasan kendisinin bir Nizari
olarak On İki İmam soyundan geldiğini iddia edecek ve kendi düsturunun ve
yaptığı davranışlarını doğru olduğunu ve tartışılmaması gerektiğini söyleyecektir.
Oysa Hasan Sabbah bile ömrü boyunca “Ben İmam soyundan gelmişim” dememektedir.
Hasan’ın ardılı II. Muhammed 19 yaşında tahta çıkar ve babasının söylemine
devam eder. II. Muhammed de şeriattan iyice uzaklaşır ve tebaasını da buna
mecbur eder.
1194 yılında Harzemşah’lar Selçukluları yenilgiye uğratır ve Horasan’ı
ele geçirirler. Artık bölgede yeni güç Harzemşahlardır. II. Muhammed bu
yıllarda oğlu Celaleddin Hasan’ı tahta hazırlamaktadır. Yalnız oğlu babasının
yolundan uzaktır. Büyüdükçe ve eğitim aldıkça babasının şeriattan uzaklaşmasını
yanlış bulur ve babası tahtta iken Harzemşahlara bir mektup göndererek yolunun
babasının yolu gibi olmayacağını, tahta kendisinin çıkması halinde hızla
şeriata döneceğini taahhüt eder. Bu mektubun ardında II. Muhammed zehirlenerek
öldürülmüştür. Tahta çıkan Celaleddin Hasan hızla şeriata döner ve eski
hükümleri tekrar uygulamaya koyar ve Harzemşahların takdirini kazanır.
Celaleddin Hasan Alamut’a gelmeden önce 1,5 yıl bölgedeki büyük güçleri ziyaret
ederek nasıl bir politika izleyeceğini anlatır ve Geylan Emirliğinin dört
prensesini kendine eş alarak öyle tahtına gelir. Bu durum tartışma konusudur.
Kimilerine göre yeni lider samimidir, kimilerine göre ise babaları tarafından
zarar gören İsmaili Düşüncesinin tekrar değer kazanması için takiyye
yapmaktadır. Celaleddin Hasan’ın hükümranlığı on yıl sürmüş ve onun yerine daha
dokuz yaşında iken Alaeddin Muhammed tahta geçmiştir. Celaleddin Hasan ise ya
zehirlenerek, ya da hastalanarak vefat etmiştir. Nasıl olduğu bilinmiyor.
Alaeddin hiçbir zaman hakimiyeti
ele alamamıştır. Zaten küçüktür ve bu yıllarda topluluğu vezir yönetir.
Alaeddin büyüdüğünde ise ‘melankoli’ hastalığına yakalanır ve hiçbir zaman
devlet işlerine buluşmaz. En mağdur olan ise halktır. Şeriat ile eski uygulamalar
arasında sıkışmışlardır. Bur durum aslında tam bir dağılma sürecidir. Bu zayıf
durumda dahi Alaeddin Haşhaşiliğin düşüncesini oluşturan ‘Davet’i uygulamaya
devam etmişlerdir. Bu sayede uzun yıllar sonra Hindistan’da bir Dai sayesinde
İsmailiği yaymayı başarmışlardır.
Harzemşahları Cengiz Han sıkıştırmaktadır ve onları ezip geçmek
isteyerek bölgeye hakim olmak isterler. Alaeddin, Cengiz Han ile sıcak ilişkiye
girer. Bu ilişkiye aslında babası başlamıştır. Fakat Cengiz Han’ın ömrü kısa
sürer ve vefat edince tahta oğlu Hülagü geçer. Hülagü Asya içlerinden hareket
ederek Harzemşahları sıkıştırır. Bölgede ise yeni hakim kişi Alaeddin’in yerine
Rükneddin tahta çıkmıştır. Hülagü orduları ile bölgeye gelir ama ne
Rükneddin’in ne de ona bağlı olan Dailerin ellerindeki kalelere saldırmaz.
Rükneddin ve yandaşlarının teslim olmasını ister. Rükneddin bu koca ordu
karşısında çaresizdir ve teslim olur. Hülagü barış ile bölgeyi ele geçirmesine
rağmen bir yolunu bulup Rükneddin ve ailesini yok eder. Hunlar bu kalelere
girerek bir daha kullanılmayacak şekilde tahrip eder. Özellikle bir kültür
sarayı konumundaki Alamut yerle bir olur. Eşsiz kütüphanesi ve arşivi yakılarak
yok edilir. Artık bir soyun sonu gelmiştir. Ve Haşhaşiler tarihin
sayfalarındaki yerini almıştır.
Haşhaşiler doğuda Alamut ve çevresinde varlıklarını sürdürürken, batıda
da Suriye ve civarında kendine taraftar bulmuştur. Hasan Sabbah’ın
görevlendirdiği ve bölgeye gönderdiği Sinan ünlenecek ve adından çok lakabıyla
tarihe geçecektir. “Şeyh-ül Cebel” yani “Dağ Şeyhi” Sinan’ın unvanıdır. Nizari
akımının Suriye’deki imamıdır. Sinan’ın müritleri onun olağanüstü güçlere
sahip, kahraman ve veli bir kişi olduğuna inanmaktadır. Tıpkı Hasan el Sabbah
gibi rakiplerini suikastlarla öldürerek ve korkutup, sindirerek kısa zamanda
büyük üne kavuşmuştur. Sinan Haçlı Seferlerinin olduğu dönemde bu başıbozuk
kuvvetlerle de uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu güçlerle kah savaşmış, kah
barışmış, kah onlara vergi vermiştir. Çıkarına göre bu Hıristiyan ileri
gelenlerine dahi suikastlar düzenlemişlerdir. Tıpkı Alamut gibi Mısır
Fatımileri ile iktidar savaşı vermişlerdir. Bu savaş hem dini, hem siyasi yönde
devam etmiştir. Memluk Sultanı olan
Baybars bu savaşı kazanır ve tüm kaleleri ele geçirerek bölgede Nizari
hareketine son verir. Bugün bölgede Selamiye şehrinde yaşayan 50.000 İsmaili
haricinde Şia inancına mensup halk kalmamıştır. Bunların bir kısmı lideri
olarak Ağa Han’ı kabul etmektedir.
Kitabın son bölümü olan Niyet ve
Nihayet bölümünde ise bu hareketin tüm tarihçiler tarafından nasıl farklı
algılandığını ve bence çıkarına göre kullanıldığını görmekteyiz. Yakın zamanda
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarca kol kola çalıştığı “Hizmet”
adındaki Fethullah Gülen Cemaatini “Haşhaşi” olarak yaftalamıştır. Burada bir
ironi vardır aslında: Yıllarca İdari ve Siyasi suikastlar (İnsanlar öldürülmedi
ama öldürülmekten beter edilerek, hapislere tıkılmıştır, işkenceler görmüştür
ve suçsuz yere büyük cezalar almışlardır) yapan bu grup, iktidara karşı dönünce
Haşhaşilikle suçlanmıştır…
Sırf İslam’ı kötülemek için haklarında değişik rivayetler, efsaneler
üretilen Haşhaşiler hakkında analizler bu bölümde yazar tarafından yapılır. Tüm
yanlış tezler, doğru tespitler yalın olarak verilir.
Haşhaşiler bilinen ilk terörist grup olarak nitelenebilir. Bunun sebebi
sayılarının az olduğundan direk savaşa ve mücadeleye girememektedirler. Bu
yüzden sarp yerleri seçerek, burada saklanmışlar ve suikastlarla büyük
devletlere korku salarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Haşhaşiler Şia’dır. Bu
yüzden çok az Şii ve Hıristiyan öldürmüşlerdir. Çoğunluğa yakınını Sünni inanca
mensup olanları öldürmüşlerdir. Haşhaşiler bu yüzden İslam Dini için bir tehdit
olarak görülmüştür. Mücadelelerinde hiçbir fikri başarı elde edememişlerdir.
Mehdilik kavramıyla uzak diyarlarda yaşayan topluluklardan, halktan kendilerini
destekleyen ve inan insanlar bulmuşlar ve varlıklarını sürdürmüşlerdir. Hasan
Sabbah ve müritleri bu memnun olmayan halkı iyi yönetmiş, disiplinli olarak,
itikatlarına samimi şekilde bağlılıklarıyla şiddeti ve tedhişi çok iyi organize
edebilmişlerdir. Tüm bunların sonunda gelinen noktada ise hareket mutlak olarak
yenilmiş ve yok edilmiştir. Mevcut düzeni yıkmaya yönelik hareket eden bu aşırı
Şia grubu hiçbir kenti bile ellerinde tutamamıştır ve tarihin tozlu
sayfalarında yok olmuştur.
Muhakkak bu hareketi günümüzde taklit edenler vardır. Din adına yapılan
hiçbir terör eylemi o düşünceyi haklı çıkarmaz ve her tedhiş tarih içinde
başarılı olamadan yok olup gidecektir.
Taylan
Köken
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder