6 Şubat 2014 Perşembe

alamut kalesi ve hasan el sabbah...

BERNARD LEWIS
ALAMUT KALESİ VE HASAN EL SABBAH / ARAŞTIRMA / NOKTA / 2012 /304 sayfa

Alamut Kalesi – Hasan el Sabah –Dailer –Suikastçılar –Hayali yaşamlar –Cennet –Batı’nın İslam’a Yaklaşımı –Oryantalizm –Bin Bir Gece Masalları –Tarikatlar –Sufizm –Ahlak –Bilgi –Acı Bilgi…
Yıllar önce Yurt yayınlarından okuduğum Alamut Kalesi romanının yazarı Wladimir Bartol belleğimde bu imgeleri bırakmıştı. Batının, “Doğu Uzmanı” olarak takdir ettiği, fikirlerine saygı duyduğu, dikkate aldığı, hatta Bush’un danışmalığını yapan Bernard Lewis’in kitabı bakalım olaylara nasıl bakıyordu? Gerçi kitaba başlamadan önce yazarı kısaca araştırmış ve bir ön yargım oluşmuştu. Yahudi idi. Ermeni meselesi için önce Türkiye görüşüne yakın analizler yayınlamış, sonra bu tezlerinden dönerek orta yollu bir analizi kitabına alarak Ermenilere çiçekler vermiştir. Hep şuna inanmışımdır: Romanla tarih yazılmaz… Zaten Lewis’in kitabı bir roman değil, olayı en ince ayrıntısına kadar açıklama niyetindeki bir tarih araştırmasıdır. Bence birçok safsata yerine olayı ilk kaynaklardan aktarak ve mümkün olduğunca tarafsız kalmaya çalışarak bu sıra dışı akımı analiz etmektedir.

Günümüzde İsmaili cemaatinin yaşayan lideri konumunda Ağa Han görülmektedir. O aynı zamanda köken olarak da Haşhaşilerin lideri konumundadır. Soy olarak bunu iddia ettiği ve kazandığı bir mahkeme kararıyla soyağaçlarını tüm dünyaya ilan etmişlerdir. Mısır Fatimileri Kuzey Afrika, Mısır, Suriye ve Mekke-Medine üzerinde hakimiyet kurmuşken, diğer Şia akımı olan İsmaililer ise diğer İslam diyarlarında hakim olmaya çalışmışlardır. Bu dinsel ayrışımlar ve çarpışmaların olması o devirde kuvvetli bir ülke ve devlet anlayışı olmamasından kaynaklanmıştır. Bu durum ve kargaşa, İslamiyet’i yeni seçen ve Sünni inancı benimseyen Türklere kadar sürmüştür.
       Türkler siyasi olarak güçlüdür, kuvvetlidir ve en önemlisi hırslıdır. Hem İsmailileri sindirirler, hem de Haçlı kuvvetlerine karşı koyarak yapılarını sağlamlaştırırlar. Kürt komutan Selahattin Eyyubi, Mısır’da Fatımi hanedanlığının sonunu getirir ve Mısır bir daha geri dönmemek üzere Sünnileşir.
Türkler askeri ve ekonomik olarak da güçlenmiştir. Aslında din Selçuklular için asla önemli olmamıştır. Belki sadece “araç” olarak kullanılmıştır. Bu karışık siyasi, askeri ve dini ortamda Hasan Sabbah yavaş yavaş kendini gösterecektir.
Hasan Sabah: Doğum tarihi bilinmiyor. On iki İmam Şiiliğinin kalesi olan, şimdiki İran’ın Kum Kentinde doğar. Pek kafasına yatmasa da ilk eğitimlerinin ardından Şii inancına ve İsmailiğe meyil eder. Mısır’a gidip burada üç yıl kalır. Eğitimini ve düşüncelerini burada iyice perçinler.
Bu noktadan sonra bilimsel olarak hiçbir gerçekliği olmamasına rağmen şu tez genel kabul görmüş ve anılmıştır: Hasan Sabah, Ömer Hayyam ve Nizamülmülk çocuk yaşta arkadaş olurlar ve ilk eğitimlerini beraber geçirirler. Sonra aralarında birbirlerine söz verirler ve kim ileride bir mevkii sahibi olursa, diğerlerine yardım edecek ve onlarında yükselmesini sağlayacaktır. Nizamülmülk Selçuklu veziri olur, diğer ikisi ondan yardım ister. Nizamülmülk onlara valilik önerir. Ömer Hayyam bunu yerine geçimini sağlamak için bir maaş talep eder ve kendini sanatına verir. Sabbah ise valilik gibi küçük bir görevi kendine hakaret sayar. Bunun üzerine Nizamülmülk onu saraya alır ve vezir yapar. Sabbah rahat durmayıp baş vezirliğe oynayınca bu durumdan rahatsız olan Nizamülmülk onu saraydan uzaklaştırır. Wladimir Bartol’un romanın da bu husumet böyle aktarılır. Oysa burumu hiçbir zaman böyle olmamıştır.        
Hasan Sabbah Mısır’dan fikirleri yüzünden uzaklaştırılır. Belli bir süre bölgeyi dolaşan Sabbah İran ile husumet halinde olan ve İslamiyet’i zar zor kabul eden Deylam Bölgesini kendine yurt edinir. 2000mt rakımlı, sert, dağlık bir coğrafyaya sahip bu bölgede iki dağın arasındaki vadide, yine çok sarp ve dik bir kayalığın üzerindeki Alamut Kalesini kendine yurt edinir.
Alamut Kalesi: Alamut’un kökü Aluh Amut’dur. Bu da “Kartalın Öğretisi” demektir ve bir çok kaynağın aktarmış olduğu gibi yani yine yanlış bir bilgi olan “Kartal Yuvası” demek değildir. Kaleyi ele geçirmeleri ile ilgili bir çok yanlış efsanenin aktarılması gibi…
Kendisine bağlı Dailer kaleyi ele geçirir ve Hasan Sabbah buraya yerleşir. Sabbah kaleye girişinden ölünceye kadar tam 35 yıl kaleden çıkmaz… Bu Sufi kişilik tüm zamanını kale içindeki odasında kitap okuyarak ve “Davet” kelamını geliştirmek üzerine adamıştır. Dünyevi zevklerden uzak, kanaatkar ve dindar bir yaşam sürmüştür. Sabbah kaleden hiç çıkmamış, sadece iki kez kalesinin damında görülmüştür.
Hasan Sabbah ve ona bağlı olan Dailer bölgede hem dini hem de ekonomik bir güç olarak varlıklarını göstermeye başlarlar. Kendilerine yakın olan stratejik önemdeki kaleleri ele geçirerek bölgede iyice güçlenirler. Bu güçlenmeden rahatsız olan bölgenin sahibi Sultan Melikşah veziri Nizamülmülk’e emir vererek, bölgenin hakimiyetini sağlamasını ister. Bir komutan ilk defa Alamut Kalesini ele geçirmek için harekete geçer. Çok sarp kayaların üzerinde bulunan Alamut çok uzun süren muhasaraya rağmen direnir. Bu kuşatmadan kurtulmak isteyen Hasan Sabbah ilk suikastlarını gerçekleştirir. Ve Selçuklu veziri Nizamülmülk halkın arasında çarşıda bıçaklanarak öldürülür. Böylece Hasan Sabbah ve onun fedaileri olan Haşhaşilerin dünya çapında tanınmasının ilk adımı bu suikastla atılmış olur.
Sultan Melikşah’ın vefatından sonra tahta Berkyaruk oturur. Onun hanedanlığında ve sonra gelen Sultanların hanedanlığında elliye yakın suikast gerçekleşir. Bunlar bilinen kayıtlı cinayetlerdir. Bunların yarısı Sultan Berkyaruk hakimiyetinde yapılır. Suikastlar yalnız Selçuklu sultanın çevresine yapılmaz. Zaman zaman onun düşmanları da hedef  tahtasındadır. Fakat önemli olan Selçuklu Devletinin otoritesidir ve bu otoriteye karşı tehdit oluşturan İsmaililer temizlenmelidir. Selçuklu tüm gücüyle Haşhaşilerin hakimiyeti altında kalelere saldırır. Alamut çok zor durumdadır ama bir şekilde dayanırlar. Bu sefer sistemli bir kuşatma yapılır. Önce bahar aylarında tarlalar yakılarak ekin depolamaları engellenir. Kale içindekiler aç bırakılır. Hatta öyle rivayetler vardır ki; bu kuşatmalarda aç kalan askerler otları dahi yedikleri anlatılır. Tam artık iş bitiyor denirken, Hasan Sabbah’ın imdadına Berkyaruk’un eceliyle ölümü gelir. Bu ani ölüm üzerine kuşatmalar kaldırılır. Yerine Sencer geçer ve ülkesinin karışıklıklarıyla ilgilenir. Sabbah da rahatlar ve Sultan Sencer’i rahatsız edecek bir davranış içinde bulunmaz.
Hasan Sabbah yalnız Selçuklular ile uğraşmaz. Dini vesayet yüzünden Mısır Fatimileri ile de çekişmektedirler. İsmaililer Fatımilerden bir kol olarak ayrılmalarını rağmen, güç hırsı sürekli çekişmelerini sağlamıştır. Mısır’da vezir El-Efdal’in öldürülmesi Sabbah’a yüklenir ama bilgi tam olarak kesin değildir. Aslında her iki taraf bu cinayeti sevinçle karşılar. Yeni vezir El-Mem’un’dur artık. El-Mem’un Hasan Sabbah’ı memnun eder. Yine de siyasi bir üslupla onların kendilerine katılmasını ister. Sabbah bunu kabul etmez ve Mısır Şiası yani Fatımiler kesin olarak İran Şiasından ayrılmış olur.
Hasan Sabbah artık yaşlanmıştır. Etkili bir hastalığa kapılır ve etrafına topladığı Dailer ve müritlerinden dördünü seçerek halife ilan eder ve ölür. Haşhaşilerin tüm kötü şöhretine rağmen Sabbah gerçek bir bilim insanıdır. İyi bir Müslüman’dır. İki oğlunu dahi şeriat kanunlarına uyarak öldürmekten kaçınmaz. Birincisi mütemadiyen şarap içmekte, diğer oğlu ise birini öldürmekten idam edilir. O bu yaşamıyla İran Şiasının öncü ve lider kişisi olarak tarihe geçmiştir.
Hasan Sabbah’ın yerine kıdemli bir Dai olan Buzurg-Ümid geçer. Sultan Sencer tahtını sağlama almıştır artık ve Haşhaşiler üzerine durumu kontrol etmek için Sabbah’ın ölümünden iki yıl sonra bir kuvvet gönderir. Saldırılara devam eder. Eceliyle ölen Buzurg-Ümid’in yerine onun oğlu Muhammed, onun yerine de oğlu Hasan varlıklarını Alamut Kalesinde sürdürerek İsmailileri ayakta tutarlar.
Ne Buzurg-Ümid ne Muhammed iktidarında suikastlar kesilmez. Sabbah dönemine göre daha az cinayet işlense de devam etmektedir. Fakat torun Hasan iktidara gelir gelmez hızla şeriat hükümlerinden uzaklaşacak, hatta kendilerine inanan halka da şeriat hükümlerini yasaklayacaktır. Hasan kendisinin bir Nizari olarak On İki İmam soyundan geldiğini iddia edecek ve kendi düsturunun ve yaptığı davranışlarını doğru olduğunu ve tartışılmaması gerektiğini söyleyecektir. Oysa Hasan Sabbah bile ömrü boyunca “Ben İmam soyundan gelmişim” dememektedir. Hasan’ın ardılı II. Muhammed 19 yaşında tahta çıkar ve babasının söylemine devam eder. II. Muhammed de şeriattan iyice uzaklaşır ve tebaasını da buna mecbur eder.
1194 yılında Harzemşah’lar Selçukluları yenilgiye uğratır ve Horasan’ı ele geçirirler. Artık bölgede yeni güç Harzemşahlardır. II. Muhammed bu yıllarda oğlu Celaleddin Hasan’ı tahta hazırlamaktadır. Yalnız oğlu babasının yolundan uzaktır. Büyüdükçe ve eğitim aldıkça babasının şeriattan uzaklaşmasını yanlış bulur ve babası tahtta iken Harzemşahlara bir mektup göndererek yolunun babasının yolu gibi olmayacağını, tahta kendisinin çıkması halinde hızla şeriata döneceğini taahhüt eder. Bu mektubun ardında II. Muhammed zehirlenerek öldürülmüştür. Tahta çıkan Celaleddin Hasan hızla şeriata döner ve eski hükümleri tekrar uygulamaya koyar ve Harzemşahların takdirini kazanır. Celaleddin Hasan Alamut’a gelmeden önce 1,5 yıl bölgedeki büyük güçleri ziyaret ederek nasıl bir politika izleyeceğini anlatır ve Geylan Emirliğinin dört prensesini kendine eş alarak öyle tahtına gelir. Bu durum tartışma konusudur. Kimilerine göre yeni lider samimidir, kimilerine göre ise babaları tarafından zarar gören İsmaili Düşüncesinin tekrar değer kazanması için takiyye yapmaktadır. Celaleddin Hasan’ın hükümranlığı on yıl sürmüş ve onun yerine daha dokuz yaşında iken Alaeddin Muhammed tahta geçmiştir. Celaleddin Hasan ise ya zehirlenerek, ya da hastalanarak vefat etmiştir. Nasıl olduğu bilinmiyor.
 Alaeddin hiçbir zaman hakimiyeti ele alamamıştır. Zaten küçüktür ve bu yıllarda topluluğu vezir yönetir. Alaeddin büyüdüğünde ise ‘melankoli’ hastalığına yakalanır ve hiçbir zaman devlet işlerine buluşmaz. En mağdur olan ise halktır. Şeriat ile eski uygulamalar arasında sıkışmışlardır. Bur durum aslında tam bir dağılma sürecidir. Bu zayıf durumda dahi Alaeddin Haşhaşiliğin düşüncesini oluşturan ‘Davet’i uygulamaya devam etmişlerdir. Bu sayede uzun yıllar sonra Hindistan’da bir Dai sayesinde İsmailiği yaymayı başarmışlardır.
Harzemşahları Cengiz Han sıkıştırmaktadır ve onları ezip geçmek isteyerek bölgeye hakim olmak isterler. Alaeddin, Cengiz Han ile sıcak ilişkiye girer. Bu ilişkiye aslında babası başlamıştır. Fakat Cengiz Han’ın ömrü kısa sürer ve vefat edince tahta oğlu Hülagü geçer. Hülagü Asya içlerinden hareket ederek Harzemşahları sıkıştırır. Bölgede ise yeni hakim kişi Alaeddin’in yerine Rükneddin tahta çıkmıştır. Hülagü orduları ile bölgeye gelir ama ne Rükneddin’in ne de ona bağlı olan Dailerin ellerindeki kalelere saldırmaz. Rükneddin ve yandaşlarının teslim olmasını ister. Rükneddin bu koca ordu karşısında çaresizdir ve teslim olur. Hülagü barış ile bölgeyi ele geçirmesine rağmen bir yolunu bulup Rükneddin ve ailesini yok eder. Hunlar bu kalelere girerek bir daha kullanılmayacak şekilde tahrip eder. Özellikle bir kültür sarayı konumundaki Alamut yerle bir olur. Eşsiz kütüphanesi ve arşivi yakılarak yok edilir. Artık bir soyun sonu gelmiştir. Ve Haşhaşiler tarihin sayfalarındaki yerini almıştır.
Haşhaşiler doğuda Alamut ve çevresinde varlıklarını sürdürürken, batıda da Suriye ve civarında kendine taraftar bulmuştur. Hasan Sabbah’ın görevlendirdiği ve bölgeye gönderdiği Sinan ünlenecek ve adından çok lakabıyla tarihe geçecektir. “Şeyh-ül Cebel” yani “Dağ Şeyhi” Sinan’ın unvanıdır. Nizari akımının Suriye’deki imamıdır. Sinan’ın müritleri onun olağanüstü güçlere sahip, kahraman ve veli bir kişi olduğuna inanmaktadır. Tıpkı Hasan el Sabbah gibi rakiplerini suikastlarla öldürerek ve korkutup, sindirerek kısa zamanda büyük üne kavuşmuştur. Sinan Haçlı Seferlerinin olduğu dönemde bu başıbozuk kuvvetlerle de uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu güçlerle kah savaşmış, kah barışmış, kah onlara vergi vermiştir. Çıkarına göre bu Hıristiyan ileri gelenlerine dahi suikastlar düzenlemişlerdir. Tıpkı Alamut gibi Mısır Fatımileri ile iktidar savaşı vermişlerdir. Bu savaş hem dini, hem siyasi yönde devam etmiştir. Memluk Sultanı  olan Baybars bu savaşı kazanır ve tüm kaleleri ele geçirerek bölgede Nizari hareketine son verir. Bugün bölgede Selamiye şehrinde yaşayan 50.000 İsmaili haricinde Şia inancına mensup halk kalmamıştır. Bunların bir kısmı lideri olarak Ağa Han’ı kabul etmektedir.
Kitabın son bölümü olan Niyet ve Nihayet bölümünde ise bu hareketin tüm tarihçiler tarafından nasıl farklı algılandığını ve bence çıkarına göre kullanıldığını görmekteyiz. Yakın zamanda Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarca kol kola çalıştığı “Hizmet” adındaki Fethullah Gülen Cemaatini “Haşhaşi” olarak yaftalamıştır. Burada bir ironi vardır aslında: Yıllarca İdari ve Siyasi suikastlar (İnsanlar öldürülmedi ama öldürülmekten beter edilerek, hapislere tıkılmıştır, işkenceler görmüştür ve suçsuz yere büyük cezalar almışlardır) yapan bu grup, iktidara karşı dönünce Haşhaşilikle suçlanmıştır…
Sırf İslam’ı kötülemek için haklarında değişik rivayetler, efsaneler üretilen Haşhaşiler hakkında analizler bu bölümde yazar tarafından yapılır. Tüm yanlış tezler, doğru tespitler yalın olarak verilir.
Haşhaşiler bilinen ilk terörist grup olarak nitelenebilir. Bunun sebebi sayılarının az olduğundan direk savaşa ve mücadeleye girememektedirler. Bu yüzden sarp yerleri seçerek, burada saklanmışlar ve suikastlarla büyük devletlere korku salarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Haşhaşiler Şia’dır. Bu yüzden çok az Şii ve Hıristiyan öldürmüşlerdir. Çoğunluğa yakınını Sünni inanca mensup olanları öldürmüşlerdir. Haşhaşiler bu yüzden İslam Dini için bir tehdit olarak görülmüştür. Mücadelelerinde hiçbir fikri başarı elde edememişlerdir. Mehdilik kavramıyla uzak diyarlarda yaşayan topluluklardan, halktan kendilerini destekleyen ve inan insanlar bulmuşlar ve varlıklarını sürdürmüşlerdir. Hasan Sabbah ve müritleri bu memnun olmayan halkı iyi yönetmiş, disiplinli olarak, itikatlarına samimi şekilde bağlılıklarıyla şiddeti ve tedhişi çok iyi organize edebilmişlerdir. Tüm bunların sonunda gelinen noktada ise hareket mutlak olarak yenilmiş ve yok edilmiştir. Mevcut düzeni yıkmaya yönelik hareket eden bu aşırı Şia grubu hiçbir kenti bile ellerinde tutamamıştır ve tarihin tozlu sayfalarında yok olmuştur.
Muhakkak bu hareketi günümüzde taklit edenler vardır. Din adına yapılan hiçbir terör eylemi o düşünceyi haklı çıkarmaz ve her tedhiş tarih içinde başarılı olamadan yok olup gidecektir.                                               
Taylan Köken

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder